7 Ağu 2007

Fatih'in İlk okul günleri...

Evet, ilk gün okulu sevmiştim. Güzel, şirin bir okul, iyi bir öğretmen ve yaşıt arkadaşlarımız vardı. Okul iki binadan oluşuyordu, birbirine dikti ama bağlantısı yoktu. Ressam bir müdürümüz vardı. Eski siyah beyaz fotoğraflardan fırlamış gibi titiz giyinirdi, Cumhuriyet'in ilk zamanlarındaki gibi. Abim üç sınıf yukarıdaydı. İki sene birlikte okuyabildik, ama birer sınıf altımdaki kardeşlerimle doya doya birlikteydik. Okula öğlenci olduğumda erken gittiğim çok olmuştur. Okul bahçesinde erkenden gelen arkadaşlarla oyun oynamak, sıranın en başında yeri kapmak (niyeyse), okul bitiş zili çaldığında eve ilk varmak, cuma günü İstiklal Marşı okunurken en geride yer alıp eve ilk varan kişi olmak için Marş biter bitmez deliler gibi koşturmak en eğlenceli oyunuydu benim için. Çok güzel arkadaşlıklarım oldu. İlk kez bir kişiyi beğenmek ne demek olduğunu o kişiyi gördüğümde öğrendim galiba. Çok titiz olduğunu hatırladığım ama suratını bile hatırlayamadığım birisi, hey gidi...

Sınıfta gece-kondudan da arkadaşlarımız vardı, çok zengin olan da. Karmakarışık bir sınıftı. Bir arkadaşım kapıcının çocuğuydu, diğeri Tarabya Otelinde çalışan bir işçinin çocuğu, diğeri de Tarabya'da sahilde olan bir restoranın sahibinin çocuğuydu. Kimse kimseye burun kıvırmadı, kimse kimseyi beğenmemezlik etmedi; veya ben bunu fark edebilecek yaşta değildim.

Çok güzel günlerdi. Hep sıcaktı, bazen boyumuzu geçen kar yağar, okullar tatil edilmezdi. Valiler o zamanlar okul tatili kelimesini bilmiyorlardı ne :). Bir keresinde gerçekten boyumu geçen bir kar yağdı, okul günlerce tatil edildi. O gün verilen çiçek kızın doksan dakikalık özel gösterimi harikaydı, hala hatırlarım.

İlk okul birinci sınıfta çok ciddi bir hastalığa yakalanmıştım. O zamanlar zayıf, incecik bir çocuktum. Kolay hastalandığımı söyler annem; o zamanlar bugünküne nazaran. Bir ay kadar sanırım okula gidemedim. O günlerde annem kucağında bana okuma yazma ve matematik hakkında bir şeyler öğretmiş, o öğrendiklerimle okula döndüğümde sınıftan baya ileri gittiğimi fark etmiştim. Galiba annem fazlaca öğretmişti.

Okula bazen kestirmeden giderdik. İki tane kestirme vardı: Biri lazların oradan Tarabya Deresi'nden geçmek, diğeri ise çam ormanın içinden geçerek (orman dediğime bakmayın koruydu düpedüz), yaşlı bir hacının bahçesinde köpeklerin deliler gibi havlamaları eşliğinde okula gitmek. Sabahçı olduğumuzda o kadar erken okula giderdik ki, resmen Ezan biz yoldayken okunurdu. Bu hacı galiba tarlasından geçmemizden hoşnut değildi. Bazen köpeğin zincirleri çözük olurdu. Peşimizden koşar biz de tabana kuvvet kaçardık. O zamanlar o kadar korkardık ki köpeklerden, bu korku ortaokulda aslında köpeklerin böyle koşturan hayvanlar olmadığını öğrenene kadar sürdü.

Bir keresinde lazların oradan Tarabya Deresi'nden geçiyordum. Bu dere de doğal kanalizasyon olmuştu, ne yazık ki İstanbul'daki diğer derelerden kaderi farksız bir şekilde. Ben ince bir tahtanın üstünden ellerim iki yana açık bir cambaz gibi geçtim. Arkamdan gelen bizim sokağın çocuğu galiba benim kadar becerikli değildi; suya düştü, lağımlı suya. Ağlayarak geri döndü. O kestirme sadece 3 dakika yolu kısaltmasına rağmen, bu tehlikeye rağmen yine de hep çekici geliyordu bize.

Başka bir zamanda da aynı derenin 1 km ilersinde kar yağdığı bir sırada dereye doğru kızak izi gördüm. Kim olduğunu hiç öğrenemedim. Bizim mahalleye çok çok önce yerleşmiş bir amca, bu derenin o zamanlar çok temiz olduğunu ve yüzdüklerini söylediğinde, bunun nasıl olabileceğini hayal bile edememiştim. Şimdi ise bu dere, belediye tarafından ıslah edildi.

Öğretmenimiz, nispeten çalışkan olan kişileri, daha tembel olan kişilerin yanında hep oturturdu. Sıra arkadaşlarım ile -Allah var, iyi çocuklardı- hiçbir zaman kanka olamadım.

Bir zamanlar iyi olan arkadaşlarımdan Barış ile boş bir sınıfta, alt sınıftan başka bir çocuk ile sıranın üstünde zıplayarak dolaşmak dahil ebecilik oynuyorduk. İlkokul ikideyken. Resmen her tenefüs kanter içinde kalıp derse o şekilde girdik bir sene boyunca.

Kabul haşarı bir çocuk izlenimi veriyordum ilk okulda, ama hocamızın gözünde öyle bir imaj çizememişim ki bir koşu yarışması düzenlenecekti bana: "Sen nasıl koşacaksın ki?" demişti. Sınıfın en tembel ve büyük arkadaşlıklarımızı koşu yarışına yazmıştı. Ben zar zor katıldığım bu yarışta okul beşincisi olmuştum; belki o zaman gözüne girmiştim öğretmenimizin.

Bir keresinde de Tarabya oteline gitmiştik okul gezisi ile. En üst katta müzik ve yemek için ayrılmış salonda ebece oynamıştık. Ebece benim en zevk aldığım oyundu o zamanlar. Hocamız yanına çağırdı bizi, yaramaz çocukları. "Güm!!!" İlkokul hocamdan yediğim ilk ve tek tokattı bu.

Unutamadığım bir anı daha: Kardeşim Adil, ben 4. sınıftayken bizim sınıfa gelerek "Hocamız seni çağırıyor Fatih abi" demişti. Çağıran Müjgan hocaydı, sertliği ile nam salmış Müjgan hoca. Hemen anılar canlandı. Bir tenefüs önce belki benden bir yaş büyük Orhan (mahallesinin delisiydi, severim kendisini ama çok sırnaşmıştı o gün, kızmıştım galiba) 'ı itmiştim. Yer buz olduğundan yere kaymış, düşmüş ve ağlamıştı. Sınıfa girdik. İdam fermanından haberi olmayan bir mahkum gibiydim. Sanki mahkeme bensiz görülmüş, sınıf buz gibiydi. "Noldu?" dedi. Durumu açıkladım. "Abisisin sen onun" dedi. "Güm!!!" Bu da ilkokul hayatımda yediğim ikinci tokattı.

O zamanlar sınıf başkanları tahtaya konuşanları yazardı. Fatih Karakaya ve Aynur Şeker başkanlıkların yaşadık, gördük. Gördük ki sınıf boş ise o yaşta ki çocukları zaptedemezsin. Tam o zamanlar bende konuşulanları yazardım. 40 kişi konuşunca oluşan uğultuda seçebildiğim sesleri ve cümleleri yazardım, çok eğlenceliydi.

Şirin bir ilkokulda güzel bir çocukluk geçirdim. Tenefüs boyunca koşmalar, matematikle tanışma, yaşıtların ile arkadaşlık, gülmek, çalışmak, seksek, eve koşmak, dizilmek, uygun adım yürümek, bando takımı, izcilik, uzun öğretmenler, kısa tenefüsler, büyük okul binası, alçak kömürlük, uzun şiirler, kısa boylarımızla yaşadığımız beş yıl.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder