Bir sonbahar günüydü taşındığımız gün serin mi serin. Kamyona bütün eşyalar taşınmış, yeni eve doğru yolculuğa geçilmişti. Yeni yer biraz ıssız, biraz sessiz, ağaç dolu bir yerdi o zamanlar. Evin önünde bir koru, evin önündeki yolun devamında orman dediğimiz yine başka bir koruluk. Önümüz tamamen çam ağaçları idi. Yemyeşil harika bir yere bakıyordu. (hala bakar o kadar yeşil olmasa da). İlk taşındığımızda anladık buralarda çeteler varmış. Çeteler bizim yaşlarda 4 ten fazla oluşmuş çocuk çeteleri. Tek dertleri diğer çetelere rahat vermemek olan. Biz Macıtbey sokağına taşındığımızda aşağıda küçük bir çete vardı tabi tabii olmadık onlara. O kadar donanımlı gelmiştik ki Edirnekapı'dan kendi çetemizi kurmalıydık elbet. Boya kutularını nişangah yapıp taş atmalar, sapan kullanmalar, bir ara ormanda bulduğumuz nerden geldiği belirsiz asetonları karşı tarafın gözüne sıkmalar...
Savaşlar belli belirsiz sebeplerden çıkardı, yakın evde bulunanlar genelde aynı çetelere sahipti. Kendi çetesine kızan karşı tarafa malzeme ispiyonu veya katılımı olurdu. Sanırım lazların orada kalan onlara tabi Devrim böyle bir olayda bize geçmişti. Çok adilane savaşlar olurdu bazen 15 dakika yukarda savaşan üstün taraf 'biz çok yukarda savaştık biraz da siz geçin yukarıya' diyebilirdi. Savaşlarda küçük sıyrıklar ve acı dışında kimseye zarar gelmemesi de ilginçti. Mahalle savaşlaında kullanılmak üzere kendimize "Muhteşem Dörtlü İstanbul" diye bir kaşe bastırmıştık. Yazılı hiç bir anlaşma yapmadığımızdan evdeki kütüphanedeki kitaplar bu kadeşeden nasibini alıyordu.
Bisiklet kullanmaya burada başladım. 2 Tekerlekli Pinokya bisiklet. 5 yaşlarımda başlayan bu serüven yıllarca hiç bitmedi. Saatlerce bisikletten inmezdim. O zamanlar her ne kadar babalarımızın işleri yerinde de olsa haftalık harçlıklarımız hiç iç açıcı değildi. Ben, Ömer, Adil, Karşı komşudan Küçük Ömer, ve Eyüp paralarımızı bir araya getirip küçük bir şişe kola ve piknik büskivi alırdık arada bir. Çay bardaklarında adilane bir şekilde içerdik o kolaları. Kışları babamı Gülhane parkında veya o sıralar ek olarak çalıştığı Pizza Napoliten'den arayarak Pizza siparişi verirdik. İstanbulun benim bildiğim ilk pizzacısıydı. İllaki sıcak ve harika bir şekilde gelirdi. Arada ekler siparişlerimizde olurdu. Rahmetli babam hiç bir zaman bu gün olmaz dememiştir. Onun felsefesi 'Canı istedi, yiyecek' yani canın istediyse yiyeceksin idi. Bizide o felsefeye uygun yetiştiriyordu sanıyorum :)
Tarabyayı yavaş yavaş yazları arap turizmi istila etmeye başladı. Bizde araplara günlüğü dolar ile, dolu eşyalı evlerimizi vermeye, kendimizi o sıralar daha küçük bir eve taşıyıp onların kahrını çekmeye de başladık. Bu bizim mahallenin kanunu olmuştu sanki. Evini kiraya verebilen herkes veriyordu. Araplar bizlerden daha çok oluyorlardı mahallede. Mahallemizin ek geçim kaynağı olmuştu bu arabistanlı dostlar. Onların kaldığı evleri anlamak çok kolaydı. Bütün ışıklar açık ise o evde mutlaka araplar kalıyordu. Mahallenin ikinci resmi olmayan dilide arapça olmuştu artık. Çatpat, yarım yamalak öğrenmeye başladı sakinler mahallede bu eski kültür dilini. Karşıda Süleyman diye bir yaştaşım ile arkadaş olmuştuk. Bu çocuk ile hem çok iyi dost, bazen küçük kardeşi ile kardeşim kavga edince iki düşmün olurduk. Fakat bu düşmanlık annelerimizin küslüğünden kaynaklanırdı. Onlar küsken biz aşağı korulukta yine gizlice buluşup oynardık. Fakat çok dürüst yetiştilirilmiyordu. Oyuncaklarımızı oyun sırasında bile gizlice alıp (başka kelime kullanmak istemem) evine götürürdü. Annemiz için her zaman bir numaralı kural dürüstlük olduğundan zorunlu olarak bu arkadaşlarımız ile bir aramıza soğukluk girdi. Öyle kızdırdığı vakitler ona sülük derdim. Birbirimizi herşeye rağmen severdik.
Tabi o sıralar işaret parmağımı demir kapıya kaptırıp kemiği kırılarak sadece derisi tutar vaziyette doktora gittiğimide hatırlıyorum. Çok dolu çok güzel günlerdi benim için. Ama annemin bizi iyi yetiştirme çabası bizi mahalle çocuklarından uzaklaşmamıza da neden oluyordu. Plastik savaşçılar, tren, basit arabalar o zamanki oyuncaklarımızdı. Akrabalar ile gidip gelmeler çoktu. Mazi ailesinin yeni yerleşim göbeği Tarabya oluyordu artık. Babaannem, Ata amcam, Eşref kuzen, Yılmaz, Hanifi kuzenler ve halam, Ehsan amcam, sonraları Sabri amcamlar, Zeki kuzen ve ailesi, Şakire halam hep buradaydık. Bu büyük ailenin en büyükleri bu kadar birbirine yakındı. Birbirine yakın olmak isteyen, fakat pek görüşmeyen büyük bir aile olmaya sonraları başladık. Kan bizi çekiyor, görüşler itiyordu. Yinede ayrı kalamıyorduk.
Yazları ufak ufak Gülhane'ye alıştırma turları da artık başlamıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder